Kurmaca ile belgeselin siyah ile beyaz gibi algılandığı dünyada gri alandan bize seslenerek gerçeklik algımızla oynamayı hedef alan mockumentary neden böyle bir misyonu üstleniyor ve bu misyonunu nasıl yerine getiriyor?
1984 yılında gösterime giren This Is Spinal Tap, sinema ve televizyon sektörlerinde yapımcı, yazar ve oyuncu olarak adından söz ettiren Rob Reiner’in sinemada ilk yönetmenlik denemesiydi. Gösteriminin ardından kısa sürede popüler kültürün önemli bir öğesi haline gelen film, hem yönetmeninin sinema kariyerine sağlam bir başlangıç yapmasını sağladı hem de Reiner’in adını sinema ve televizyon tarihine yazdırdı.
Spinal Tap adlı sahte bir rock grubunun 1982 ABD turunu yansıtan bir belgesel olduğu iddiasında olan bu film, turneyi yaşanmışçasına ekrana aktarırken, o günün önemli rock grupları ve kültürüyle de alay ediyordu. Konu aldığı sahteliği aktarırken yarattığı gerçeklik hissinden dolayı kurmaca ya da belgesel olarak bir yere konumlandırılamayan filmi, Reiner 1984 yılında bir röportajında alay etme anlamına gelen mock ve belgesel anlamındaki documentary kelimelerini birleştirerek yarattığı mockumentary terimi ile tanımladı. Reiner’in kullandığı diğer terim olan rockumentary, o günden itibaren rock belgeselleri için kullanılmaya devam etse de asıl ilgiyi mockumentary gördü ve Reiner adeta yeni bir türün yaratıcısı gibi anılmaya başlandı.
İmajların gerçekliğine dair
Mockumentary teriminin kullanılması tek başına önemli bir gelişme olmasa da gerçekçi tablolardan fotoğrafın kullanımına geçişle başlayan ve süregelen, imajların gerçekliği tartışmasında bir boşluğu doldurması bu terimin önemini günden güne artırdı. Zira fotoğraf makineleri önlerinde olanı yansıtmak üzere tasarlanmış olduklarından dolayı dondurdukları kareler ne kadar mizansene dayalı ya da manipüle edilmiş olsalar da hep gerçeği yansıtmakla özdeşleştirilmişlerdi.
Sinemanın fotoğrafı izlemesi ve ilk çekilen görüntülerin kurgudan ziyade hayatı belgeleme amacı taşımalarının da bu gerçeklik algısında önemli bir payı vardı. Fakat kameraların hem kurgusal hem de nesnel ya da öznel bir bakış açısına sahip olmaları fark etmeksizin gerçeği yansıttığı iddiasıyla çekilen belgesel eserleri yaratmada kullanılması, kamera vasıtasıyla imaj aktarımı yapan mecraların yarattıkları gerçekliklerin sorgulanmasına yol açtı.
Neyin ne kadar gerçek olduğu yapımcılar, yönetmenler ve akademisyenler tarafından tartışılırken, bu sorgulama 1960’larda ortaya çıkan iki önemli sinema akımının da kaynağı olarak tarihteki yerini aldı.
Her ikisi de yalın ve ham çekim teknikleri kullanarak kurmaca hissiyatından kaçınmakla birlikte, Kuzey Amerika merkezli cinema direct akımı, kameranın var olan gerçekliği izleyicilere ulaştırabileceği düşüncesiyle kayda alınan kişilere ve olaylara mümkün olduğunca müdahale etmemeyi savunuyor, Fransa çıkışlı cinéma vérité ise gizli olduğu düşünülen gerçeği ortaya çıkarmayı hedeflediğinden, kameranın ve yönetmenin varlığını baştan kabul ediyor, kaydedilene de zaman zaman müdahale edilen bir yaklaşımı benimsiyordu.
Bu sorgulamaların ve ortaya çıkan sinema akımlarının gölgesinde mockumentary teriminin ortaya atılması konuya başka bir bakış açısı getirdi. Zira mockumentaryler, kurmacaları gerçeğin bir parçasıymış gibi göstermek için belgesele özgü bazı yöntemleri kullanıyorlardı. Örneğin tanınmış isimlerin, arşiv görüntülerinin, dış seslerin kullanımı mockumentaryleri hem gerçeğe bağlıyor hem de mutlak gerçeği yansıtan konumuna sokuyordu. Ayrıca, bazı mockumentaryler bahsi geçen akımların yalın çekim tekniklerini de kendi anlatı dillerine dahil ediyorlardı. Çünkü mockumentary yapımındaki amaç, kurmaca ile belgesel arasındaki gri alandan izleyicilere seslenmekti.
Mockumentary terimi Reiner ortaya attıktan sonra kullanılmaya başlansa da bu terim ve işaret ettiği tür hakkında ilk geniş kapsamlı çalışma 2001 yılında yayınlandı. O dönem biri Avustralya’da Griffith Üniversitesi’nde diğeri Yeni Zelanda’da Waikato Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan Jane Roscoe ile Craig Hight, Faking It: Mock-documentary and the Subversion of Factuality adlı bir kitap yayınladılar.
Roscoe ve Hight, mockumentaryleri hem belgesel türündeki eserlere hem de salt belgeleme amacı taşıyan eserlere bir atıfta bulunarak, kasıtlı bir şekilde belgesel görünümü kazandırılan kurgusal metinler olarak tanımladılar ve gerçekliğe yakınlık derecelerine göre üç kategoriye ayırdılar: Parodiler, eleştirel mockumentaryler ile aldatmacalar ve son olarak da yapı bozumu.
Mockumentarylerin sınıflandırılması
Yazarlar, This Is Spinal Tap’i de dahil ettikleri parodilerin, izleyicilere belgesellerin gerçekçilik söylemini sorgulatmak değil, belgesel kodları üzerinden popüler kültür öğeleri ile alay ederken eğlenceli izlenceler yaratmak amacında olduğunu söylüyorlar.
Roscoe ve Hight, bu tür mockumentarylere, 1978 yapımı bir The Beatles parodisi olan ve This Is Spinal Tap gibi müzik dünyası ile alay eden The Rutles: All You Need Is Cash’i örnek gösteriyorlar. Parodi türündeki mockumentarylere verilen bir başka örnek ise 1983 yapımı bir Woody Allen filmi olan Zelig. Allen, etrafındaki insanlara bakarak onların görünüşüne bürünebilen ve onlar gibi davranabilen bir karakteri oynarken, 1920’li ve 30’lu yılların toplumsal değerleri ve önemli karakterleri ile alay ediyor.
İkinci derecede ise eleştirel mockumentaryler ve aldatmacalar (hoax) bulunuyorlar. Bu türdeki mockumentaryler, belgesel estetiğini kasıtlı ve hatta bazen abartılı olarak kullanıyor ve bu şekilde, yansıtılan sahnenin gerçek olup olmadığı hakkında izleyicide devam eden bir gerilim yaratmayı amaçlıyor.
İkilinin en önemli örneği, Peter Jackson ve Costa Botes’in bizzat ekrana çıkarak, 1900’lerin başında siyah beyaz ve sesli filmler çektikten sonra unutulan, sinemanın öncülerinden olarak tanımladıkları Colin McKenzie isimli sahte bir karakteri anlattıkları Forgotten Silver (1995). Yönetmenlerin kendi isimlerini kullanıyor olmaları, çeşitli röportajlar ve arşivden alınmış gibi gösterilen görüntüler sayesinde film, izleyicilerine Colin McKenzie’nin gerçekten yaşayıp yaşamadığını sorgulatıyor.
Bu türün bir başka örneği, bitmesine rağmen günümüzde hala popüler olan ve izlenmeye devam eden dizi, The Office. Yalnız, ünlü olmayan oyuncularla çekilmiş olan orijinal İngiliz versiyonunun, tanınır oyunculara kadrosunda yer veren Amerikan uyarlamasından daha başarılı bir mockumentary olduğunu eklemek gerek. Bir kâğıt şirketinde yaşananları belgelemek için gönderilen bir belgesel ekibinin gözünden izlediğimiz bu sit-comda özellikle haraketli kamera kullanımı, müziğin ve gülme efektlerinin olmayışı, dördüncü duvarın sıklıkla yıkılması ve akışın içerisine serpiştirilmiş kısa röportajlar, parodilerden daha yüksek bir gerçeklik hissiyatı yaşatıyor.
Forgotten Silver ve The Office gibi eleştirel mockumentarylerin dışında, Roscoe ve Hight aldatmacaları da bu kategoriye dahil ediyorlar. En tipik örnek ise Alien Abduction: Incident in Lake County adlı televizyon filmi. Film, Şükran günü yemeği için bir araya gelen bir ailenin bir elektrik kesintisinin ardından evlerine gelen uzaylılar karşısında yaşadıkları dehşeti 16 yaşındaki genç bir karakterin o gece boyunca el kamerasıyla yaptığı çekimler üzerinden başarılı bir şekilde anlatıyor.
Belgesel gerçekçiliğini inceleyip yeniden oluşturarak, yapımın kurgu olma ihtimaline yer vermeyecek şekilde belgesel estetiğine direkt olarak yapılan göndermelerle belgesellerin gerçeği yansıttıkları ön kabulünü sorgulatmayı amaçlayan ve en radikal mockumentary türü olan yapı bozumu mockumentaryleri için en önemli örnek The Blair Witch Project (1999). Paranormal Activity (2007) ve Cloverfield (2008) gibi filmlerin öncüsü olan The Blair Witch Project, Blair Cadısı olarak anılan bir efsanenin belgeselini yapmak için bir ormana giden üç öğrencinin hikayesini anlatıyor. El kamerasıyla çekilmiş görüntülerle oluşturulan film, Alien Abduction’nın aksine tehlike kaynağını göstermezken, doğaçlama yapan oyuncuların el kamerası üzerinden sık sık dördüncü duvarı yıkıp izleyiciler ile göz göze gelmesi sağlanıyor. Artan gerilim ve oyuncularla iletişim hissiyatı filmi Alien Abduction örneğinden çok daha gerçekçi kılıyor.
Yapı bozumu türüne verilen bir başka önemli örnek ise Man Bites Dog (1992). Bir grup gencin, özel hayatını ve aktivitelerini belgelemek istedikleri bir seri katili takip etmelerini ve arkadaşlık kurmalarını anlatan bu film, cinéma vérité akımına yakın duruyor. Bu duruş, gerçekçilik hissiyatını artırırken, seri katilin gördüğü ilgiden dolayı şiddetin dozunu artırıp gençler ile başlayan arkadaşlığı dolayısıyla mesleğinin inceliklerini samimiyetle anlatması filmi ilginç kılarken hem estetik hem de akıştan dolayı gerçekçiliğini de seyir sırasında sorgulanamaz hale getiriyor.
Görsel kaynakları:
Kapak fotoğrafı: Zelig’den bir kare
[1]: This is Spinal Tap film afişi
[2]: The Blair Witch Project’ten bir kare
[3]: Forgotten Silver’dan bir kare
Not: Bu makale ilk kez Ad Hoc dergisinin Mayıs 2020 sayısında yayımlanmıştır. Telif hakkı ihlali olmaması amacıyla bu sayfada dergide kullanılan fotoğraflar kullanılmamış, kullanıcıların Unsplash‘te yayınladıkları, kaynak belirtilmesi koşuluyla kullanılmasına izin verilen fotoğraflar aslına uygun bir şekilde yerleştirilmiştir. Dergide yayımlanan yazı ile farklılıklar gösterebilir.
Comments by Erdem Akın Temel